7/02/2010

HF.

Saçları omuzlarının biraz aşağısına düşüyordu. Oldum olası onlarla arası iyi değildi, pek sevmezdi. Zorla uzatılmış bir sürü şekil almayan bukle. Aynaya bakmayı da pek sevmezdi. Hiçbir zaman yeterince güzel hissetmemişti kendini. Gözlerini küçük bulurdu, dudaklarını şekilsiz. Burnunu az da olsa beğenirdi ama bazen büyümeye başladığını düşünür hüzünlenirdi.

Basit şeylerle mutlu olmayı geçte olsa öğrenmişti aslında, öğretmişlerdi, öğrenmek zorunda kalmıştı ya da. İyilik meleği değildi ama insanların mutlu olmasına önem verirdi. Her açıdan düşünmeye özen gösterir, kendisini karşı tarafın yerine koyar, içini acıtsa da öyle kararlar verir, düşüncelerini öyle dile getirirdi. Hayattan pek bi' beklentisi yoktu aslında. Bugüne kadar yaptığı en büyük isyan kapıyı çarpıp çıkmak olurdu en fazla. Kızmayı beceremezdi, bana göre değil der geçer giderdi.

Ona sorarsanız basit bi' karakteri vardı. Sıradanlığında altındaydı. Bazıları onu göklere çıkarmaya çalıştıkça o kendini daha da aşağıda hissederdi. Mütevazılık değil, gerçekten öyle hissederdi. Geçmiş kesik kesikti. Hatırlayamadığı şeyler vardı, bozbulanık. Zaten geçmişle bi' derdi yoktu. Geleceği istiyordu sadece. Gerçek geleceği, mutlu olacağı hani.

Gün geldi çok ağladı. Büyüdüğünün farkındaydı ama çok fazla sancılı olduğundan Tanrı'ya yakınmadan edemedi. Sonunda o el bebek gül bebek büyüdüğü günlerde elinden düşürmediği ayaklarını yerden kesen pembe balonu geri geldi. O'nun ellerinde. Kız aldı balonu koşar adım eline. Sımsıkı tuttu ipinden çözülmesin diye annesinin tembihlediği gibi bileğine geçirip düğümler attı hatta defalarca. İki eliyle sarıldı azıcık rüzgar çıktığında.

Sonra farketti ki zaman geçmiş büyümüştü. Balondan daha çok getirenine tutunmuştu. İki eliyle, en bırakmak istemeyen haliyle. Hayatı hiçbir zaman düz bir yol olmamıştı, ayağına takılan her çelme onu biraz daha kırılgan yapmıştı, giderek daha hassas.. Sonra O'na baktı. Gözlerinden alamadığı hiçbirşey yoktu aslında. Böyle bi' şeyle ilk defa karşılaştığından bocalamadan edemedi. Bi' yudum viski aldı bardağından, gerçekler hiç bu kadar keskin olmamıştı diyerek.

Ne olduğuna kendisi bile anlam veremeden günler, aylar geçti böyle. Yeri geldi mutluluğu doruklara çıktı, yeri geldi ölümden beter acılar çekti. İnkar etti. Yalan söylemeyi pek beceremezdi. Her ne kadar büyüse de içinde bi'yer hala çocuktu, istediğini yapmazsa ağlar, istediğini duymazsa suratını asardı.

Farkında olduğu herşeyi bir bir rafa kaldırmaya karar verdi sonra. Gerçekleri inkar etmek daha az acıtır diye düşünmeden edemedi. Yanılıyordu, biliyordu. Onlar elle tutulur, gözle görülür gerçeklerdi ve kendi dünyasına almasa dahi varolmaya devam edeceklerdi.

Mucizelere inanmazdı. Batıl inançları da yoktu pek. Sıradan bi' gündü. Öyle gibiydi. Sıradan günlerde genellikle mucizeler olmazdı, imkansızlık bu demekti. Olmadı ama. Sıradan kalmadı. Daha önce pembe balonunu ayaklarına kadar getiren O, yeryüzündeki tüm pembe balonların birleşse dahi oluşturamayacağı büyüklükte umutlarla, mutluluklarla dolu kalbini getirmişti ellerine. Mucizeden daha yaraşır kelime ne olabilirdi ki?

Masaldan daha destansı diyordu kendi kendine yaşadığı her gün için. Ayağına takılan birkaç parça şeyden kurtulmak adına daha sağlam basıyordu yere ayaklarını. Gelecekle değildi derdi, geçmişleydi. O'nun ayağına takılmasından korkuyordu sadece. Birşeyler sürekli bi' yerlerden dallarını uzatıyordu ayaklarının altına, biliyordu belki geçmişindeki gibi bir masal yaşatamayacaktı O'na. Birçok yara almış ruhunun her zerresini yeniden onaramayacaktı ama deneyecekti, deniyordu en azından.

Günler gelip geçiyordu. Hergün biraz daha aydınlık hissediyordu. Aynaya baktığında gördüğü şey kendisinden çok O'ndan aldığı parçalardı. Gözleri O'nu gördükten sonra hiç olmadığı kadar kusursuz bakmayı öğrenmişti. Kendini seviyordu. O'nu ve O'nun bulunduğu yer olan bedenini de.

Mutluluk kelimesini yeniden tanımlıyordu haliyle,
Mutluluk O demekti herşeyiyle..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder